Özlem İnay Erten(*) ile söyleşi - 16 Ekim 2009
Onay Akbaş: "Sanat = İletişim" çıkarsamasına doğru bodoslama sürükleniyoruz!
21 yıldır Paris'te yaşayan sanatçımız Onay Akbaş ile Lyon ve Paris'te açacağı sergilerden önce görüştük. Sanatçının
doğduğu yer Fatsa'dan başlayıp Paris'teki atölyesine kadar uzanan söyleşimiz bir sanatçının yaşamına dair önemli ip
uçları verirken, günümüz sanat piyasasında yaşananlara dair farklı bir bakış sunuyor.
Çocukluğunuzdan bahsederken sizi sanata yönlendiren hiçbir etkenin söz konusu olmadığını hatta ilkokulda iyi desen
çizemediğinizi, iyi resim yapamadığınızı düşündüğünüzü söylüyorsunuz, iyi resim yapamadığınızı düşünmenize
rağmen ilkokul hocanız ileride ne olacağınızı sorduğunda ressam olmayı istemenizin sebebi neydi?
Kendimi desende iyi görmemem aslında bir şeyleri farkında olmanın başlangıcıdır belki, ben bunu böyle algılıyorum.
İyi çizim yapamadığımı düşünüyordum, ama Maltepe'de profesyonel sanatçı olarak bir atölye açtığımda ilkokul
öğretmenim beni buldu ve "Sen ilkokuldayken de çok yetenekliydin." dedi daha sonra da öğrencilere ne olacağını
sorduğunda ressam olacağım cevabını almanın ne kadar ender karşılaştığı bir durum olduğunu anlattı. Renkli renkli
kalemlerin olduğu bir çocukluk değildi benimki hatta oyuncaklarımız da olmadı. Kendi kendine bir şeyler yapmanın
zevkini yaşıyor, oyuncaklarımızı tahtadan veya çamurdan kendimiz yapıyorduk. Sanatımın başlangıcı olmasa bile orada
bir form yaratma çabası vardı. Her varlığın farklı yollarla kendini dışa vurma ihtiyacı vardır, benim sanatı seçmemin
nedenlerinden biri, çevremde sanatla ilgilenen çok fazla kişinin olmamasıydı.
Fatsa'da doğdum, ama orada büyümedim, ortaokulu ve liseyi parasız yatılı olarak evimden beş yüz kilometre uzakta
Kastamonu'da okudum. Orada yalnızlaşıyor ve etrafınızdan izole oluyorsunuz. Birtakım duyguları çok yoğun yaşadığınız
bu dönemde, var olmak için, ben varım diyebilmek için bir şeylere sarılma ihtiyacı duyuyorsunuz. Okumak mesela o
dönemde yalnızlığımızı gidermek için başlayan bir refleksti, ama bugün ritm olarak devam ediyor. Ben de resim yapma
isteği işte asıl bu dönemlerde ortaya çıktı. Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi'nde çok donanımlı bir resim
atölyemiz vardı. Hocamız Sait Civcioğlu, Cevat Dereli'nin öğrencisiydi. Boş zamanlarımda kendisine yardımcı olmaya,
yani bir nevi asistanlık yapmaya başladım. Kendisi beni resim konusunda isteyerek veya istemeyerek özendirmiş oldu.
1978 yılında liseler arası bir resim yarışmasında üçüncülük almam da beni bu konuda motive etmişti.
Aslında ressam olmak gibi bir düşüncem yoktu, astronomi bölümünde okumak, astronot olmak istiyordum, hâlâ da
hayalim ve çocuklarımı bu konuda özendiriyorum. Bu bölümü kazanamayınca büyük bir puanla dışarıda kaldım, ilgimi
çeken iki konu daha vardı ya spor ya da resim bölümüne girecektim. Daha önceki deneyimlerimin de etkisiyle Marmara
Üniversitesi AEF Resim Bölümü'ne girdim ve kazandım.
Astronomi okumak istemeniz bana ilginç geldi, bunun sebebini neye bağlıyorsunuz?
Karadeniz'de fındık topladığımızda harmana fındık serer, ürünü hırsızlardan ve hayvanlardan korumak için orada
yatardık. Elektrik Karadeniz'deki köyümüze ancak 1980'lerde geldi, dolayısıyla o yıllara kadar gökyüzünde ışık kirliliği
yoktu ve gökyüzü çok berraktı. Samanyolu'na dalıp giderdik, bu bizim bir anlamda uyuşturucumuzdu. Hep hayal kuran,
rüyaları olan bir çocuktum. Çalışmaktan daha çok balık tutmayı severdim, biraz da isyankârdım. Bu yüzden babamla
aramız iyi değildi, epeyce sopasını yediğimi hatırlıyorum.
İçinizdeki o isyankârlık duygusu hâlâ da devam ediyor, gördüğüm kadarıyla.
Dozunu iyi ayarladığınız sürece isyankârlık güzeldir; çünkü isyan ettiğiniz konuya alternatif bir öneriniz vardır. Yıkıcı bir
isyankârlık değil bahsettiğim. Hayat dış koşulların dayattıklarına isyanla anlam bulur, yeni doğan bebeğin bağırışı
oksijenin ciğerlerini yakmasına ilk isyanıdır.
Babamla aramız iyi değildi dediniz. Eğitim hayatınıza ortaokuldan itibaren başka şehirlerde devam etmeniz ve daha
sonrasında da Paris'e yerleşmenizle birlikte devam eden sürekli bir yer değiştirme 'göç' durumunuz var. Bu sürekli
yer değiştirmenin altında yatan sebepler neler sizce, yaşadığınız yer ve çevrenizden duyduğunuz rahatsızlık mı,
bulunduğunuz yerin yapmak istedikleriniz konusunda size yeterli gelmemesi mi ...
Babam bugün yaşasaydı onu çok severdim, şimdi düşündüğümde onun bizi koruma iç güdüsüyle böyle davrandığını
idrak edebiliyorum. Kendisi cumhuriyet imamıydı, ücretli imamlık yapmıyordu. Müftülük okulundan son sınıfta ayrılmıştı,
Arapçası çok iyiydi. Fötr şapka takar, yanında hep notlarla günlüklerle gezerdi, 1950'li, 60'lı yıllarda köy yerinde yaşayan
bir insana göre çok ilerici bir yanı vardı. Karadeniz'de buğday yetişmez buğday yetiştirtirdi, o dönemde kimsede radyo
yoktu babam evimize radyo almıştı, mutfağımıza tüpgaz sokmuştu. Düşünebiliyor musunuz köy yerinde okuma geceleri
düzenler ve bize Yaşar Kemal'in İnce Mehmet'ini okuturdu, yani hep yenilikler peşinde koşardı. Köydeki kızların başı
hep bağlıydı, onların başını açar okula gönderirdi. Fatsa çevresindeki birçok kızı torpillerle, zorla okula göndermişti.
Annemse silik bir kişilikti ama bize sevgi emzirmişti. Evde ortaya tek bir tabak konurdu, herkes o tabaktan yemek
zorundaydı. Böyle olunca etrafınızı da düşünmek, paylaşımcı olmak zorunda kalıyorsunuz, bu size başka bir ruh hali
katıyor. Sürekli yer değiştirmeme gelince, aslında söylediğiniz iki unsuru da barındırıyor içinde, göç olgusu bana
hakikaten yabancı bir olay değil. Başlangıcını soracak olursanız, kendi isteğimle olan bir şey değildi bu. Babamı 10
yaşımda kaybettim, çok çocuklu bir aileden geliyorum. Anonim bir köyde doğdum, anonim bir okulda okudum, anonim
bir ailem vardı, yani her şeyim anonimdi ve sanat çevremdeki kimsenin yönelmediği bir alandı. Bu yüzden sanat benim
için bir anlamda kaçış, başka bir deyişlede var oluş yöntemiydi. 10-11 kişilik bir ailede bir çocuk için var olmak ancak
bu şekilde oluyordu demek ki. Kalabalık bir ailede yetiştiğinizde size ait bir düzen olmaması, başkasının size bir düzen
empoze etmesi ve sizin bazı şeylere karşı olmanızın uzandığı yerleri oluşturuyor. Sanat, kaçıp sığındığm ilk göç ettiğim
dünyam, subjektif dünyamdı diyebilirim.

Eğitim sürecinizdeki tercihleriniz konusunda aileniz size bir yönlendirme yaptı mı peki?
Babanızı kaybettiğinizde yer çekimi kuvveti kayboluyor, dolayısıyla daha bir özgürleştiğinizi sanıyorsunuz. Anne aynı
otoriteyi kuramıyor tabii, ama çok çalıştı ve altı kardeşe de yüksek okul okuttu, bu anlamda hepimiz anneme peygamber
gibi bakıyoruz adeta.

12 Eylül ve sonrasında yaşananlar bir üniversite öğrencisi olarak sizin yaşamınızı nasıl etkilemişti?
Bizim dönemimiz 78 dönemi, benim doğduğum yer 68 olaylarını çok yoğun yaşamış bir kasaba. 78 döneminde
ağabeyimizi kaybettik. Kızıldere'de öldürülen birçok insan Fatsa doğumludur. Fatsa o dönemde toplumsal bir model
haline dönüşme olasılığı olan bir yerdi. Bunları hep gençlik dönemimizde yaşadık. Ailem ve geldiğim yer dolayısıyla sol
bir dünya görüşü taşımam, emek ve emekçiden yana tavır almam çok normal, ama hayatım boyunca şiddeti hiç
savunmadım. 12 Eylül'de sıkıyönetim olduğu için 46. ya da 47. piyade alayı okulumuzun içine yerleşmişti. Bir gün
hocamız Ali Candaş'ın fotoğrafçılık dersi için okulda fotoğraf çekerken binbaşının biri beni yanına çağırdı ve bağlayın
gözünü atın içeri dedi. Oysa fotoğraf makinesini ödünç aldığım için dışarı götüremiyor, mecburen okulun içindeki
bahçede çiçeklerin, böceklerin, basketbol sahasının fotoğraflarını çekiyordum. Meğer yasakmış ama bizim haberimiz
yokmuş, henüz 17 yaşındaydım. İçeride yaşadıklarımdan sonra 3,5 ay Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi'nde
yatmak zorunda kaldım, bu arada bir okuma yılımı kaybetmiştim bile. Fatsalı olmamın cezasını çekmiştim o zamanlar
açıkçası, ama tüm bu yaşananların insanı zenginleştiren bir yanı da var.

Üniversite eğitiminizin bugün sanatınızda geldiğiniz nokta konusunda nasıl bir belirleyici rolü oldu?
Klasik eğitim veren bir okulda okudum, dolayısıyla sanat tarihine bakışımız Gombrich'in kitaplarıyla falan başladı. Okul
dönemim Arkeoloji Müzesi'nde geçti diyebilirim. Hatta size komik bir anımı anlatayım, müzenin hafif üşütük, bir bekçisi
vardı onunla dost olmuştuk, sanırım Kıbrıs gazisiydi. Müzedeki tüm heykellerin desenini çizdiğim için, üst katta müzeye
yeni gelmiş işleri çizmeme de izin verirdi. Hava soğuk olduğunda Arkeoloji Müzesi'nin içinde koşardık, bekçi heykellerin
üzerinden atlayabilir misin diye benimle iddiaya girerdi, böyle trajikomik olaylar...
Biz röprodüksiyon çocuklarıyız, en büyük lüksümüz Resim Heykel Müzesi'ne gitmek veya Arkeoloji Müzesi'ne gidip
desenler çizmekti. Üniversitede Vural Yıldırım diye bir hocamız vardı ve atölyede çok özgür yetişmiştik, sanat
piyasasında önemli yerlere gelmiş birçok arkadaş o klasik eğitimi aşamadı daha sonra. Picasso'nun orijinalini
Fransa'ya gittiğimde gördüm, Jean-Michel Basquiat'yı orada gördüm o yıllarda hala yaşıyordu, halbuki Türkiye'de hâlâ
onu tanımayanlar var. Dolayısıyla yaşayan sanatla yani çağdaş sanatla ilişkimiz çok fazla değildi, Türkiye kapalı bir
ülkeydi ve hâlâ 12 Eylül'ün izlerini taşıyordu, yurt dışına çıkmak da kolay değildi. Sanat tarihini kitaplardan öğrendik bu
yüzden. Okul dönemlerimde beni Caravaggiolar, Rembrandtlar etkiliyordu; etkilenmeye o kadar açıktık ki! Fakat daha
sonra çağdaş sanatta neler yapılıyor, bugüne dair neler oluyor diye merak ediyorsunuz.

Üniversiteden sonra bir süreliğine Maltepeli Ressamlar oluşumunda yer almanız size neler kattı?
Atölyenin arka tarafını ev olarak kullanıyordum, diğer arkadaşların hepsinin kendi evleri vardı zaten. İlk sattığım resimle
atölyeye perde almıştım. Resim yaparak bir anlamda hayatımı inşa etmenin tadına ilk orada vardım. O dönemde 12
Eylül çok tazeydi ve gece atölyede çalışmak yasak olduğu için rahatsız bir şekilde resim yapardım. Orada çok fazla kitap
okudum. Öğrencilerim vardı ve birçok öğrenciye ücretsiz ders verirdim. Yoksul günlerimdi o zamanlar, ama var olan
şeyleri paylaşıyorduk. Çok ucuz fiyatlara satılıyordu gerçi, ama Maltepe Ressamlar oluşumunda resimlerimizin
satıldığını gördük. Resim alan bir kişinin başka bir arkadaşının gelip aynı resimden bir tane daha almak istemesi,
resminize birkaç renk attığınızda eski resimlerinizden yok muydu diye sorulması, o genç çağınızda sizin için bir
anlamda handikap oluşturuyor ve sizi aynı şeyleri yapmaya hapsediyor, buna benzer olaylara hâlâ şahit oluyorum.
Dolayısıyla dışarı çıkma güdüsü o zaman başladı, bir de maceraperest ve yeni dünyalar keşfetmeye çok hevesli bir
Kristof Kolomb ruhunuz varsa herşey tamam demektir. Resmimde birçok dönem oldu, öğrencilik yıllarımda Barok
döneme özenen bir yanım oldu, daha sonra Ekspresyonizm'in etkisinde dönemlerim oldu, Fransa'ya gittiğimde Yeni
Figürcülük anlayışından, aborjin sanattan etkilenen dönemlerim oldu, resmime renkler girmeye başladı, bugünlere
ulaşan böyle bir serüvenim var aslında. Bir şeyler çıkıyor, başka şeyler giriyor sanat dünyanıza. Bazı bagajlarınızı
zamanla terk ediyorsunuz, daha hafif, özgür ve özgünleşerek ilerliyor sanat serüveniniz. Ama değiştiğiniz her dönemde
daha önceki dönemden resminiz yok mu diye soruyor insanlar. Çünkü daha önce başka birinde görmüş o resmi, artık
bunlara sadece gülüyorum. Bunu kırma duygusuyla tekrar bir göç başladı.
O zamanlar resim galerileri yetersizdi, resim alan kişi sayısı azdı, bilinçli koleksiyon yapan insanlar mutlaka vardı, ama
resmi bir yatırım olarak gören veya evinin dekorunun bir parçası gibi algılayıp ona göre resim alanlar çok fazlaydı. Bu
alışkanlık hâlâ büyük bir kesimde devam ediyor. Bilinçli koleksiyoner çok azmış gibi geliyor bana, ama onlar da
değişiyorlar yavaş yavaş ellerindekilerden bazılarını çıkarıp daha yaratıcı, daha özgün, uluslararası anlamda bir şeyler
söyleyebilecek özgün, yaratıcı yönü güçlü işlere yöneliyorlar. Her yenilik insanlar tarafından başlangıçta yumuşak,
olumsuz bir tepki alıyor
Daha sonra da çok kısa bir dönem İzmir'de öğretmenlik yapmışsınız (1987-1988) ve hemen ardından Paris'e
gitmişsiniz, öğretmenlik yaptığınız süreç sizin Türkiye'den ayrılmaya karar vermenizi kolaylaştıran nedenlerden biri
miydi?
Askerliğimi resim öğretmeni olarak yaptığım dönemde, hayatımın en güzel günlerinden bazılarını orada geçirdim, ama
öğretmenlik bana uygun bir şey değildi. Aynen söylediğiniz gibi oldu, orada karar verdim. Öğretmenlikten ve sattığım
resimlerden biriktirdiğim paralarla da Avrupa gezisine çıktım. Vizesiz ülkeleri gezmeye başladım, önce İtalya'ya gittim,
ama asıl hedefim Paris'ti. O zamanlar bu işin Mekkesi Paris diye biliyorduk biz, ama daha sonra düşüncelerim değişti
tabii. Paris'in o eski parlaklığını kaybettiğini ancak bugün anlıyorsunuz. Buna rağmen Paris yine de önemli bir kültür
kavşağı, donanımıyla, altyapısıyla Londra, New York gibi önemli kültür merkezleri arasında.
Paris gibi dünyanın önemli sanat merkezlerinden birinde yaşamanın, oradaki binlerce sanatçıyla aynı ortamı
paylaşmanın sizin için ne gibi avantajları olduğunu düşünüyorsunuz?
Önceden akademilerin tüm dünyada belirleyici rolü varken bugün hiçbirinin esamesi okunmuyor. Bizler belki klasik bir
eğitimin içine hapsolarak, buna aşırı derecede önem vererek, aşırı derecede zaman kaybederek oraya kilitlendik. Bu
arada insanlar çok farklı şeyler yapıyorlardı, onların yaptıkları bize gelene kadar bir zaman geçmesi gerekiyordu.
Paris'te yaşıyor olmam bana bu süre kaybını yaşatmıyordu, ama o süre problemi kalmadı şimdi. Çünkü teknolojik
ilerlemeler dünyanın öbür ucunda ne yapıldığını size anında ulaştırıyor. Dolayısıyla bir sanatsal yaratı diğerini anında
etkileyip hızla tüketilip, başka şeylere geçmenizi olanaklı kılıyor. Burada tüketim toplumu ideolojisiyle ilgili çok büyük
çekincelerim olduğunu da belirtip, bunu başka bir zaman konuşalım diyorum.
Bana göre sanat bir çatışma alanıdır. Tüm sanatsal kuram ve kavramların çatışıp, zenginleşerek ve de dönüşerek
çıktığı bir alan. Paris'in aslında bana kazandırdığı budur. Bugün insanlar Paris'e, New York'a gitmeli mi? Evet, dünyada
neler olup bitiyor öğrenmek için gitmelidir, ama yaşamak için illaki gerekli değil. Orada yaşamamın bana şu anda bir
katkısı var mı evet var; çünkü bir kavşakta yaşıyorsunuz, o çatışma alanı sizi diri tutuyor ve kendiniz olmanızı sağlıyor.
Sanatçı sayısının bir hayli fazla olduğu bu şehirde anonimleşmeden kalabilmek, kendi dilinizi oluşturabilmek için
neler yapmanız gerekti? Bununla ilgili olarak yurt dışına gidip ismini duyurmak isteyen genç sanatçılara ne
söylemek istersiniz?
Var mı öyle kişiler ben bilmiyorum.
Ben biliyorum.
Ben yurt dışına gideyim de ismimi duyurayım diye gitmedim yalnız size şunu söyleyeyim, benim birtakım
rahatsızlıklarım var. Rahatsızlığım seçtiğim konular üzerinde derinleşmekle ilgili. Beni oraya bağlayan bazı nedenler var
ailem, alıştığım bir konfor var, ama olduğum yerde hep rahatsızım. Zamanımın üçte biri atölyede iş üreterek geçiyorsa
kalan zamanlarımı okuyarak, araştırarak geçiririm. Paris'e tanınacağım diye gitmedim, ama oraya veya başka yerlere
giden insanların donanımlı, özgün kimlikleriyle gitmesi gerektiğine inanıyorum, aksi taktirde yok oluyorsunuz. Sanat çok
zor, mücadele enerji gerektiren, subjektif bir alan. Birincisi sanatın maddi kazanımlarıyla ayakta durabilme çabası
veriyorsunuz ikincisi kendi var oluş mücadelenizi veriyorsunuz. Yurt dışında Paris değil hiçbir şehir sanatçılara kucak
açmıyor. Özgünlüğünüz, farklı bir diliniz yoksa, kimse sizi orada tutmaz, sanatçı statüsü vermez. Gençler 'ötekini' tanıma
anlamında mutlaka yurt dışına gitmeli, ama bu illaki Batı olmak zorunda da değil, Japonya'ya da gidebilirsiniz. Başka
kültürleri tanımanın insanı zenginleştirici, diri tutan bir yanı vardır. Ben mesela Aborjin sanatını bana taşınan haliyle
izliyorum, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelere gitmek, Latin Amerika'yı kuzeyden güneye gezmek, bütün o kültürlerin
üzerinden geçmek en büyük hayallerimden bir tanesi. Onları kendi gözünüzden keşfedebilmek ayrı bir olay. Bir de şu
nokta çok önemli bana göre Paris'ten çok sanatçı geldi geçti, bizlerden Paris'e gidenlerin çoğu ise geri döndü. Biz
gittiğimiz yerlere dönmek için gidiyoruz, yani ölmek için oraya gitmiyoruz. Belki ben de o amaçla gitmiştim bunu
bilemiyorum. Paris'e neredeyse 150 yıldır sanatçı adayı gönderiyor olmamıza rağmen, hiçbiri oralarda gerçek anlamda
kalıcı olamadı. Türkiye'den yurt dışına gitmiş sanatçılarla ilgili ciddi bir araştırma bile yapılmadı. Bence Türkiye'den yurt
dışına giden sanatçılar hakkında ciddi bir araştırma yapılmalı, Fikret Mualla, Burhan Doğançay, Selim Turan, Mübin
Orhon, Fahrünisa Zeyd, İlhan Koman, Komet ne bırakmış, Utku Varlık ne bırakmış, Onay Akbaş ne bırakmış, Ömer Uluç
ne bırakmış? Tüm bunlar ciddi bir şekilde araştırılsın bence. Örneğin Romanyalıların bir Brancusi'si, bir Ionesco'su
var, ama Türkiye'den yurt dışına gidip uluslararası anlamda başarı kazanmış sanatçı sayısı yok denecek kadar az.
Gerek Paris'te gerekse Türkiye'de son dönemde çağdaş sanat ve sanat piyasasındaki değişimler hakkında
konuşulanlarla ilgili olarak neler dikkatinizi çekiyor ve siz bu tartışmaların neresinde yer alıyorsunuz?
Paris'te devletin sanata ayırdığı muazzam bir bütçe var. Devletin bir kültür bakanlığı olmalı mı biz bunları tartışmaya
açtık. Eğer varsa bazı sanat disiplinlerini adeta 'ofisiyel' yani resmi sanatmış gibi favorize etmemeli bence. Yaşayan
sanat sadece videodan, fotoğraf ve enstalâsyondan ibaret değildir. Siz halkın olanaklarıyla sadece bir disiplini favorize
ederseniz yaratının üzerine abanmış olursunuz ve halk olanaklarıyla haksız rekabet yapmış olursunuz. Sanatta laiklik
olmalı diyorum, nedir bu? Bana sorarsanız devlet sanatsal yaratıcılığın tüm disiplinlerine ve uygulayıcılarına eşit
uzaklıkta duracak yani nasıl din kavramına, diğer kavramlara olduğu gibi eşit uzaklıkta duruyorsa yaşayan sanatın tüm
disiplinleri arasında da aynı mesafeyi koruyacak. Hâlbuki dünyada öyle olmuyor.
Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de sanat piyasasında fazlasıyla kirlilik var, bence gençler bu değirmene su taşırken
dikkat etmeliler. Bir sanatçı adayı falanca küratörün önerileriyle bir yerlere taşınıyor, 10 sene sonra bakıyorsunuz o
şahıs sanat alanında yok, bitti. Ortalık küratörden geçilmiyor, ben onlara 'kör aktör' diyorum. Günümüzde küratörlüğe
soyunmuş bazı arkadaşlar var, genel geçerin ya da empoze edilen "aktüelin" dışında şuursuz bir varoluş savaşı veren
arkadaşlar, çağdaş sanatı sadece tek bir disiplin gibi alıyor. Video-art veya enstalasyon. Bu disiplinler ilk ortaya
çıktığında karşı bir yanları vardı ama şimdi resmî sanat diline dönüştüler. Fransa'da artık devlet ve özel sektör eliyle
oluşturulmaya çalışılan bu 'resmî' sanata karşı imza kampanyaları düzenleniyor.
Sovyetler Birliği dağıldığında Avrupa'yı bir sürü Rus sanatçı işgal etti, bugün hiçbiri yok. Bakıyorum 20 yıl önceki bir
bienal veya FIAC, Art Basel vs. kataloglarındaki çok avangart sanatçılar ve dolayısıyla da sanatları bugün ortalıkta yoklar.
Çünkü Sovyetler Birliği'ndeki sanata uygulanan baskıdan kurtulan sanatçılar, varolan yerleşik sanatı reddetmek adına
"Sosyal gerçeçilik sistemin sanatı" deyip yüzlerini Batı'ya döndüklerinde çağdaş sanatta sanki sadece video, fotoğraf,
enstalasyon varmış gibi düşündüler. Yaratıcılıklarını sadece bu disiplinlerle gösterebilecekleri yanlışına kapılanların
çoğu artık yok. Bizim gençlerimizin de bu olguyu iyi izlemelerinin ve tahlil etmelerinin onlar açısından faydalı olacağı
kanaatindeyim.
Sanat tarihinin çok zengin bir geçmişi var, söylenebilecek her şey söylenmiş, sırtında onun yüküyle yürümek ne kadar
zor biliyor musunuz? Ama tembelliğe bakın, adam diyor ki "Video sanatı yeni, çağdaş bir dil, ben bunu alayım" çünkü
bunun tarihi olmadığı için eleştirisi de olamaz. Zaten çağ da buna çok uygun her şey çok yüzeysel, hemen
tüketeceksiniz. Popüler tüketime meta üretmek. Sanatta avangart olmalı, sanatın avangart bir yanı olmazsa zaten
ilerleme kaydedilmez, ama küratör arkadaşlar şunu karıştırıyor sanat tarihi hiçbir zaman fizikte olduğu gibi çizgisel
ilerlemiyor, sanat tarihi gidiş gelişlerle, hazmetmelerle doludur. Bu yüzden aceleye gelmez diyorum. Bir benbilirimcilik
var, tercih hakkı demek, var olan bütün sanat disiplinlerini yok saymak demek değildir. Sorun özgün, kaliteli sanat işleri
yaratmaktadır, bunu hangi disiplinle yarattığınızla alakalı değildir bence. Video art, fotoğraf ve enstalasyon gibi
disiplinler kendi rüştlerini ispatladılar ve geçmişten gelen disiplinlerin yakasına tutunarak var olma mücadelesinden
kurtuldular. Önceden bunlar hep iç içe konuluyordu.
Sanat terminolojisinde 'Çağdaş' kelimesinin kullanımıyla ilgili bir handikap var mı sizce?
Art Contemporary bugüne ait demek, ama aktüel diyorsanız ben sanatın aktüel yönüyle ilintili olmaya karşıyım. Neye
göre aktüel? Çağdaşlık aktüelle sınırlanamaz, aktüellik modayı da içine alır yani o günün genel geçerini. Ben o güne
göre tepki veren insanlardan değilim. Kendi kuyumu kazmakla meşgulüm, ne kadar derinleşirim bununla meşgulüm,
yatay değil dikey hareket ediyorum. Çağdaş dediğinizde o dönem içerisinde yapılan her şeyi içerir, teknolojinin getirdiği
olanakların sanata yansımaları mutlaka olacaktır, ama aktüel dediğinizde bir tehlike var ki bugünkü genel geçeri işaret
ediyor. Çağdaş sanatı az çok kavrayabildiğimi sanıyorum ama itirazlarım var. İtirazım aktüel sanat diye sunulan
işlerden çok, sunuluş şeklinedir. Tam bir gösteri toplumu ve herşey sanki iletişimle halledilip kotarılabilirmiş gibi. Yani
bir nevi "sanat = iletişim" çıkarsamasına doğru bodoslama sürükleniyormuşuz gibi geliyor bana. Siz özgün önerileriniz
için en uygun disiplinin video art, enstalasyon ya da fotoğraf olduğuna gerçekten inanarak bu disiplini seçiyorsanız
buna diyecek bir şey yok. Ama "Aktüel sanat yaygın olarak video ve enstalasyon disiplinlerinde yapılıyor, ben oradan
hareket edeyim de video art ya da enstalasyon yapayım." diyorsanız bu benim sanatımı var ediş biçimime uygun değil.
O zaman siz bu tüketim toplumunun değirmenine su taşıyorsunuz demektir. Bunu niçin söylüyorum, çok uzun analiz;
çünkü dikkat ediniz son 20 yıldır tüm başarısız ressamlar, heykeltıraşlar, mimarlar, mühendisler hatta modacılar bile
aktüel sanat adına video ya da enstalasyon sanatına soyundular. Sanat alanı başarısılıkları yıkayan bir deterjana
dönüştürüldü; çünkü bu disiplinler henüz kendi eleştilerini ve tarihlerini oluşturamadılar ve de hâlâ spekülasyona çok
açıklar. "O halde işin kolayına kaçarak, risksiz bu alana akabiliriz." diyen bir yığın sanatçı tanıyorum. Bugünün gençliği
teknolojinin içinde yetiştiği için video sanat yapması kadar normal bir şey olamaz, ama resim yaparak da çağdaş bir dil
oluşturulacağına ve bunu yaptığıma inanıyorum. Baselitz'i de çok çağdaş buluyorum, Kiefer'i de çağdaş buluyorum.
İmmendorff, Basquiat, Hockney, Tapies, Barcelo, Schnabel gibi sanatçıları da çok çağdaş buluyorum. Demek ki resim
yaparak da çağdaş olunabiliyor. Aktüel olanın peşinde olmak demek biraz da ölüme yatmak demektir. Bu konularda
biraz daha özenli olmak gerekir bence. Sanatta demokrasi yok, sanatta yaşlılık ya da gençlik gibi kavramlar da yok.
Sanat yaşla, yapılan süreyle ilgili değil. Van Gogh 38 yaşında ölmüştür, Raphael 38 yaşında ölmüştür, Jean-Michel
Basquiat 28 yaşında ölmüştür, Modigliani 36 yaşında ölmüştür vs. yani resim yaptıkları süre çok kısıtlıdır, ama bir
dönemi sarsmışlardır, yaratıcılık burada.
Az önce bahsettiğim kirlilik, özel müzeler kurulduğundan beri, o müzelerin çıkarları dünyaya lanse edildiğinden beri
devam ediyor, bu çok yeni bir şey değil. Zaten modern dönemlerin başlangıcından beri sanat ve iktidar kendi
sosylojisini ve de ekonomisini yaratarak iç içe girmiş çıkar ilişkileriyle son hızla ilerlemekte. Ama yine de özel müzeleri
oluşturan kişilerin ince eleyip sık dokuması gerekliliğini önemli buluyorum. Elimde 500 eserim var, müze açarım
demekle olmuyor, yaşayan sanatla ilgili bu acelecilik niye? Biraz bekleseler ve sanat tarihi elese. Bana göre müzecilik
ciddi bir iştir. Eğer çok başka niyetleriniz yoksa tabii. Siz yaşayan sanatçının işini alıp, oraya koyduğunuzda bu değerli
(korunmalı), bu değersiz diye işaret ediyorsunuz demektir, bu sanatçı belki değişecek, gelişecek veya belki de sanata
devam etmeyecek. Yaşayan sanata bu şekilde müdahale ettiğinizde orada haksız rekabet, manüpilasyon başlıyor
demektir. Müzecilikte en önemli konulardan biri sanatçının en karakteristik örneklerine yer vermektir. Galericilik
Türkiye'de 1960'lardan beri var, bu sürecin tekrar gözden geçirilmesini ve gerekirse özel müzelerin koleksiyonlarının da
yeniden elden geçirilmesini talep etmeliyiz. Zaten ciddi müzeler koleksiyonlarını sürekli yenilemektedir.
Koleksiyonerlerimiz bence "toplayıcılık" gibi bir tehlikenin ve çıkmazın farkında olmaya başladılar, akla karanın birbirine
karıştığı bir dönem. Sanat sevgiyle ölçülmez, özgünlük ise ayrı bir olaydır, benim resmim sevilsin diye resim
yapmıyorum. Özgünlüğünüzle kabul edilmeyi istemek sevilmekten ayrı bir şey.
Resimlerinizde dikkati mi çeken en belirgin nokta figürlerinizin özgünlüğü, bu figürler sanki ayrı bir dünyada yaşıyor
gibiler, ayrıca ironin de resimlerinizde önemli bir yeri olduğunu görüyorum bu konuda siz neler söyleyeceksiniz?
Resmimde dünyaya bakış olarak bir eleştiri var. Durumdan memnun olmama, başka türlü yorumlama, 'böyle olsaydı'yı
önerebilme anlamında ironiyi kullanıyorum. Fransız bir yazar kitabım için yazdığı yazıda söylediğinize benzer bir şekilde
'Akbaşgiller'den bahsediyordu. Benim figürüm reel bir figür değil pan da dediğimiz ya da kukla dediğimiz bir figür, bu
figürün rolleri sürekli değişiyor, estetik anlamda kapladıkları yerler büyüyor küçülüyor, ama Onay Akbaş'a ait bir dünya
yarattığıma eminim. Bu dünyada kaybetmişlerin, yol kenarına bırakılmışların, edilgenlerin tarihleri de vardır yani
başkaldıran ve başkaldırıya özendiren kışkırtıcı ruhların, çıldırmış kalabalıkların devinimleridir söz konusu olan ve
karşılaştıkları ironik trajikomik bayağılıklardır resmin itici gücü.
Klasik bir eğitim sürecinden geçip çağdaşı yakalamanız nasıl oldu peki?
Aldığım klasik eğitimin bana şöyle bir faydası oldu; değiştirmek istediğim şeyle ilgili düşüncelerim oluştu. Çağımızın
şöyle bir hastalığı var; gerçeğe kendi ayak bastığı yerden itibaren bakıyor, hâlbuki gerçeğin bin bir türlü yönü var.
Resmim klasik kompozisyonu hâlâ içinde saklar, ama baktığınızda klasik resimden hiçbir iz taşımıyormuş gibi durur
ayrıca ekspresyonist bir renk ve leke anlayışım var. Sanat tarihinin şımarık çocuğu olduğumu düşünüyorum. Böyle
dememin sebebi şu; Benden önce yapılan tüm sanatlardan bir şeyler edindiğimi düşünüyorum. Herkese ve her
disipline eşit mesafede durup, hepsinden bir şeyler almak, sanatçıyı zenginleştiren bir şey, resmim hepsinin bir
sentezidir, ama bunun 25 yıllık bir süreci var, bugün yaptığım işte bunların izini görebilmeniz mümkün değildir. Bu
yüzden kendi resmimi bir yere koyamıyorum. Benim resmim düşünsel yönüyle, konsept yönünden güçlü, ayrıca
sanatın terapi yönünün de olduğuna inanıyorum, varoluşumun karanlık girdaplarında yanımda taşıdığım cep
lambamdır biraz da.
Sanat piyasası açısından bakacak olduğunuzda Paris ile Türkiye'de yaşayan sanatçıların durumlarını
karşılaştırdığınızda ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?
Size istatistiksel bilgi vererek açıklayayım; 25 yılda 1200 tane resim sattım, 650 tanesi yurt dışında. Yurt dışındakilerden
yalnızca 1-2 tanesi el değiştirmiş, ama Türkiye'deki 550 resimden sadece 2007- 2008 yılında satılanı 28 adet. Demek
ki sürekli alınıp satılmış, ama hiçbir telif hakkınız yok. Fransa'da ise sanatçıya artı değerden %8 telif hakkı verilir. Bir de
bu sonuçtan şöyle bir şey çıkıyor, Türkiye'de beğeni nasıl oluyor da böyle çabuk değişiyor. Alın size sosyolojik bir soru.
İnsanlar sanatı hemen paraya dönüştürmek için mi alıyor? Yoksa sadece spekülatif nedenlerle mi alıyorlar? Avrupa'da
bir sanatsever kırk yıl düşünerek alır resmi, daha sonra onu babadan oğula geçen bir aile koleksiyonu gibi devam
ettirir. Demek ki Avrupa ile Türkiye arasında sanata bakışımız açısından çok büyük farklılıklar var. Kurumlar bu şekilde
işlediği sürece hep bir güdüklük olacaktır.
Son olarak sanat basınının da bir hayli ilgisini çeken 'Vincent Van Gogh'un Peşinde/Modernizmin İzinde' projenizden
bahsedelim istiyorum. Bu projenin ortaya çıkış sürecinden ve sizin için nasıl bir anlam ifade ettiğinden biraz
bahseder misiniz?
Öncelikle şunu söyleyeyim; projeye bu ismi ben koymadım, biraz şiirsel olmuş. Sanatçı seçimlerinin çoğunu da ben
yapmadım zaten. Buradan Fransa'ya ilk gittiğimde onun mezarına gidip fırçamı dikmiştim, bu benim için hacı olmak
gibi bir şeydi. Bu projeyi uygulamadan önce 5 yıl boyunca bellek serisini yapmıştım ve bu resimlerde zaman kavramını
sorgulamıştım. Projeyi 1989'da yapmayı düşünüyordum; çünkü Van Gogh'un ölümünün yüzüncü yılıydı. Onun resim
yaptığı yerlerde panolar vardır, hangi resmi nereden yaptığını gösteren yani hem tabloyu görüyorsunuz hem de peyzajı
yani hayatı görüyorsunuz. Birisi bellek biri de hayat yani an olayı. 100 yıl sonra Van Gogh'un ayak bastığı yerden başka
bir göz o ana nasıl bakıyor, yorumluyor? Bunu önce kendim için istemiştim, hatta Sunay Akın, Kaya Özsezgin böyle bir
projem olduğunu yazmışlardı, ama projeyi bir türlü gerçekleştiremedim. Ben peyzaj ressamı değilim beni figür
ilgilendiriyor bu yüzden o panolardaki manzaralarda an ve belleği nasıl sorgularım diye düşündüm. Düşünce olarak
çok güzeldi, ama teknik olarak benimle örtüşmeyecekti. Bu yüzden bunu önce bir grup sanatçıyla yapmayı, daha sonra
da bir grup Türk sanatçıyla yapmayı düşündüm. Bir iş adamı bu projeyi finanse etti ve daha sonra yapılan bütün
resimleri aldı. Ortaya böyle bir koleksiyon çıkması iyi oldu, güzel tepkiler de aldım, eleştiriler de aldım. Ama olumsuz
tepkiler genellikle geziye dahil edemediğimiz sanatçı ve eleştirmenlerden geldi. Gerçekle sahtenin iç içe girdiği bir
dünya, "Keçinin olmadığı yerde koyunun Abdurrahman Çelebi olduğu" bir sanat dünyamız var. İlk defa böyle bir proje
yapılmıştı bence güzel oldu. Türkiye'de yapılan işe hep tu kaka denir. İten değil çeken bir toplumuz nedense.
Projenizin gerçekleşmesi sonucunda yaşadıklarınız sizi tatmin etti mi peki?
Heyecanlanıyorsunuz hoş oluyor tabii. Ama ben ressamım organizatör veya küratör değilim. Böyle bir projenin sonunda
ne çıkacak bunu merak ediyordum, onu da gördük. Türk sanatında böyle bir şey şimdiye kadar yapılmadı. Bu başka
birilerine de fikir versin ve daha iyi projeler hayat bulsun. Projenin kitabını yaptık, film çektik. Benim için 'yap-abilmek'
yapmaktan daha önemli.
Bizimle bu söyleşiyi yaptığınız için çok teşekkürler.
Ben teşekkür ederim.


Can Önakın 16.10.2009  -  Uluslararası sanat camiasında özgün tarzı ile kendisini kabul ettirmiş bir sanatçımız ile
yapılan söyleşideki tespit ve değerlendirmeler gerçekten çok önemli mesajlarla dolu.Çok zor ve dikenli bir yolda
ilerlemek ve kendini bulmak, sonra muhtelif değişimler yaşamak ve bu günlere gelmenin mücadelesini sanatçımız
tüm açıklığıyla anlatmış.Yaşanılanlardan ders almak ve yeniden kurgulamak genç sanatçılarımız yönünden ibret
verici.Koleksiyonerlik konusundaki değerli yorumlarına katılmamak mümkün değil tebii...Bu kapsamda genç
sanatçılarımızın gelecekleri ve sanattaki rollerini önceden kestirmek mümkün olmadığı için küçük tasarruflarıyla resim
almak isteyen sanatseverler bu konuda biraz zor durumda kalmaktadırlar.Ancak "acaba yarın ne olur...?" endişesi
içerisinde "hareket etmek" zannederim "işin keyfini de biraz kaçırmak..." olacaktır.Koleksiyon değerinde bir resim
maliyetinin ne denli yüksek olduğu göz önüne alınırsa "sanatsal değeri" yüksek olan veya "olacak" eserlere sahip
olmamız hayal gibi... Bu anlamlı söyleşi için Özlem İnay Erten'e teşekkürler ve Onay Akbaş ustamıza da sağlık ve
başarı dileklerimle...
Özlem İnay Erten(*)
1980 yılında İsviçre'de doğdu. 1999 yılında başladığı Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi
Bölümü'nü 2003 yılında bitirdi. Lisans öğreniminin son yıllarında Türk İslâm Sanatı üzerine yoğunlaştı ve Minyatür
sanatıyla ilgili bir tez çalışması hazırladı. 2002 yılında Balıkesir Ören'deki (Adrymytion) kazı çalışmalarına katıldı. Aynı
üniversitede Türk-İslâm sanatları üzerine yaptığı yüksek lisansını 2006 yılında "Türk İslâm Kitap Sanatında Lâke Cilt
Tasarımları" konulu tez çalışması ile bitirdi. Öğrenciliği döneminde İstanbul'un kültürel ve tarihi mekânları ile ilgili çok
sayıda araştırma yaptı, gezilere katıldı ve bilimsel makaleler hazırladı. Yüksek lisans öğrenimi sırasında ve daha
sonrasında çeşitli dergilerin yazı işlerinde çalıştı. Eyüp semtindeki tarihi ve turistik yerleri tanıtan bir gezi rehberinde
redaksiyon ve sanat danışmanlığı yaptı. Ocak 2007 - Şubat 2010 tarihleri arasında lebriz.com'da sürdürdüğü
görevinde, Lebriz Sanal Dergi için sanat dünyasının önemli isimleriyle söyleşiler yaptı ve sanat yazıları yazarak
çalışmalarını sürdürdü