BİTMEMİŞLERİM
Françoise MONIN

İki yüz dolayında sergi açmış; işinin ehli dergilerde yüzlerce makaleye, gazete yazılarına, radyo ve  
televizyon yayınlarına, belgesellere konu olmuş bir sanatçı Akbaş. Kimilerine göre günümüz dünyasına  
acımasızca vuran, suçlarını şaka yollu itiraf eden duygulu, çocuksu bir yargıç. Tuhaf evrenlere açılan yapıtı,  
batı sanatının son yüzyılı ile akrabadır Kandinsky'nin dışavurumculuğu ile başlayıp Cobra topluluğunun  
kuzeyli primitivizminden geçerek Amerikalı Basguiat'ın özgür figürasyonuna varan, halk sanatı ile  
beslenmiş, içedönüklükle tanışık, bilinen gerçekçilikten sıyrılmış bir yüzyıldır bu. Ama o, eski bir yazıya  
başlık atarken kendisine en çok da Karadenizli Karagöz nitelemesini yakıştırır:
1963'te deniz kıyısındaki Fatsa'da doğar Ahmet Onay; dindar, aydın, cumhuriyetçi bir babanın çocuğudur.  
Akbaş soy ismi, dedelerinin Çanakkale'de askerlik yaptıkları limandan alınmadır.  

73'de babalan öldüğünde ardında karışık bir Türkiye bırakır: Fatsa, milliyetçilerle sol eğilimli; grupların  
çatışma alanına dönüşmüştür.
Genç yaşta dul kalan anne, çocuklarını yetiştirme uğraşındadır. Çocuklar, ilk çocukluk oyunlarını  
oynadıkları fındık bağlarında mahsulü kaldırmakta annelerine yardım eder ve babalarının istediği gibi  
yüksek tahsillerini tamamlarlar. Onay, fen bilimleri ve resimdeki yeteneğiyle kendisini gösterir.  

Daha on beşinde ulusal resim yarışmasında ikinciliği elde eder. Siyasi etkinlikleri nedeniyle Onay'ı  
liseden uzaklaştırırlar. Yine de Fatsa'da girdiği seçme sınavında üniversiteye girmeye hak kazanır,  
kozmonot olma arzusuyla astronomi ve teknoloji bölümüne başvursa da isteği geri çevrilir. 80'de resim  
ve sanat tarihi öğretmenliği yapmak amacıyla Marmara Üniversitesi'nin resim bölümüne girer. Birçok  
öğrenci gibi hapis yatar, sık sık polis tarafından alıp götürülür. Sonunda vereme yakalanır ve dört ay  
boyunca sanatoryumda tedavi görür. Dışavurumcularınkine benzer bir deneyimin ürünü olan resmindeki  
kişisel anılar, hastalık ve ölümden izler taşır. Ancak çocukluk anılarından oluşan dekor, evrensel bir  
çocukluğun yansımalarıdır adeta.
85'te Maltepe'deki ilk tuvallerinden bugün Paris'te gün ışığına çıkan, Berlin, Zürih, Seul ve İstanbul'da  
sergilediği yapıtlarına dek izlediği yol, kendi içinde tutarlıdır. İlkinden sonuncuya değin her bir resim, bizi  
sakınımlılığa, esnekliğe, uyanıklığa davet eder ve karşılığında zevk, dirilik ve özgürlük bağışlar. "Bir yere  
bağlı değilim, der Akbaş. "İnsanın geldiği kaynak ancak özgünlüğe götürdüğünde ilginçtir. Bugün sanatçı,  
daha bir yalnız yaşıyor, ama bir akımın içinde bulunmaya her zamankinden daha çok gereksinimi var.  
Resim, her güne gerekli yaşamsal, aydınlık bir sağaltım aracıdır. Var olmayan ya da var olup da saklanan,  
içten ama tanımak gereken -neden paylaşılmasın ki?- bir dünya yaratarak sorular sorup, öneriler  
getirmenin bir aracı." Paylaşımcıdır. Akbaş'ın Paris'te önayak olup örgütlediği, özellikle Türk sanatçılara  
ilişkin ortak sergileri anımsamalıyız; "Hemen her şeyi paylaşıyorum ve bir başkasının yaşamında bir şeyleri  
harekete geçirmek bana hoşluk veriyor. Ama bunun bir değişim mantığıyla yürümesini istiyorum.
Çünkü sanatçılar arasında, sanat konusunda paylaştıkça zenginizdir. Hugo'nun dediği gibi "Ruh aldıklarıyla,  
yürek verdikleriyle zenginleşir."

Uzak kalamayacağı tek şey sanat yapmaktır, çünkü yalnızca onun dünyasında var olduğunu duyar:  
"Ayrılıkları ortadan kaldıran bu uzamı seviyorum". Babasız ve varlıksız Fatsa'lı çocuk, Paris'in kapılarını  
vurmuş ve bundan böyle kimliğini bırakarak içeri girmiştir: "Kaynağı belli olan, öteki gibi algılanır" Genç  
adam Auvers-sur-Oise'da kahraman Van Gogh'un izini sürer, resim yaptığı yerleri gözden geçirir ve  
kendisinin de güneş ressamları ailesinin bir üyesi olduğunu düşünür. Tuvallerinin patlamasını, dünya ve  
dünyada yaşamanın karmaşıklığından bağırarak söz etmesini ister. Paleti her zaman daha yoğun, çizgileri  
daha da fırtınalıdır. "Bütün bunlar çok doğaldı" der, "sıradanlıktan kurtulmam için sanata ihtiyacım vardı".  
Ve Paris'e geleli daha bir yıl geçmeden, henüz yirmi beşindeyken, büyük boyutlara döktüğü resimleri ilk  
alıcılarıyla karşılaşır ve yenilik, kendiliğindenlik, dirilik arayan galerilerin başköşelerinde yerlerini alırlar.
"Sanat" der, "bir iç yolculuktur; kökler arasında bir gezinme; biricik, özgün ve bir solukta döndüğümüz"  
"Aynı ülke ve düşü paylaştığımıza göre yolculuğu benimkini andıran bu genç sanatçı boyamıyor, sanki  
patlıyor dersiniz" diye yazar Nedim Gürsel, "bize göstereceği çok şey, paylaşacağı pek çok anı, heyecan ve  
beğeni var. Kendisini tanıttığı yeni figürasyon, mizacına tamamen uymakta. Canlandırılan sahnelerin  
tartışmasız kahramanı insan figürü, artık klasik zorlamalardan kurtulmuştur. Canlı ve sezgisel fırça
darbeleriyle boyanan bu figür, biçimsel anlamda çocuk resmine olduğu kadar Osmanlı kültürünün  
vazgeçilmezi olan kuklalara da akrabadır."
Sanatçı, ilk teması Korkuluklar'ın ardından 92'de başladığı Oyun Sahnesi Dünya'ya adadığı dizisiyle bundan  
böyle yapacağı dönem resimlerinin çığırını açmıştır. Bir canlandırma olarak algılanan dünyadan, bir  
oyunmuşçasına izlenen yaşamdan bir temadır her bir dönem, ta ki birkaç yılda tükenene ve yeni bir konu  
belirlenene dek. Sahnedeki varlıklar şiirsel ve oyunbaz, durumları ise: ironiktir. Kendi deyişiyle çalışma,  
hesap ve içgüdüler üzerine kurulu yapıtında sanatçı, başlangıçta kişilerini Karagöz'ün eklemli kolları  
örneği tuvale teyellenmiş insan uzuvlu kuklalar gibi canlandırır. Dekoru oluşturan renkli formlar,  
yoksulluğun yamalı bohçasının rengarenk, alaycı bir dışavurumudur sanki. Sahneye yerleştirilen TV  
çekicisi, av ganimeti, olimpiyat meydanı, mahmuz, resim sehpası gibi az bulunur ayrıntılar belleği, çabayı  
ve dalavereyi simgelerler. Çocuksu orantılarla resmedilmiş oyun kişileri, henüz evcilleştirilmiş  
hayvanların gözleriyle bakınırlar. Çizgileri yırtığı çağrıştıran, garip bir biçimde dikilmiş ağızları, köşeli  
bedenleri, tuhaf göz kapakları, çeneleri, dizleri, dirsekleri ve yine 90'lı yıllara özgü yara izleri ve  
pansuman, Françoise Monin'in deyişiyle "Dünya denen sahnede ayakta kalabilmek için rastlantılar  
arasında volta vurmak ve düşlerle oynamanın kaçınılmazlığını dile getirir. Beri yanda Akbaş,  
kahramanlarını bulmuştur: "Yitirenler" der, "tarihi yazamayan çoğunluk.
Yazık, çünkü onların bilinmeyen başyapıtları kazananlarınkine hiç de benzemez. Unutulmuşlar, işte benim  
ilgilendiğim." İzleyen tüm yıllar boyu bu aynı, isimsiz, evrensel kişiler, kendi hal ve gidişlerinde gelişme  
kaydedecek, modern çağın gürültüsüne gitmiş hep aynı ve biricik kabilenin üyeleri olarak insan varlığının  
çoğunluğunun sürdürdüğü davranışların tanığı olacaklardır, "Yaşamımda ve sanatımda her şey siyasidir"  
der sanatçı, "Sanat ve yaşam arasında sınır yoktur. Bu yüzdendir, atölyemde ve sokakta hep aynı giysilerle  
dolaşırım.
Siyaset yaşamı katlanılası kılar, üstelik rahatlatır da. Sanat da aynı şeydir":
Akbaş'ın yapıtı düşsel vurgular, şiirsel ayarlar içeriyorsa da güncel dünyaya değin söyledikleri oldukça  
somuttur. Ve bütün Avrupa kıtasında, üstelik daha da ötede, söz gelişi Kore'de yapıtlarını sergileyen, ünü  
hep giderek büyüyen sanatçının, beden ve uzamı anlatma biçemi daha da geometrikleşmektedir. Ressam  
ve yazar Frédéric Amblard, Alkent Actuel Art'ın 1997 tarihli katalogunda rengârenk bir uzam ayrışmasında  
tutturulmuş güçlü siluetlerden söz eder: "Yaşamı anlatmanın gereksindiği renk, eleştirilere konu bir  
toplumun devinimlerini düşselliğe aktarır" "Daha uzağa gitmek istiyorum" diyor sanatçı; "Resmim de  
bana benziyor, benim gibi yaşıyor. Tondolar ve diptikler tasarlama riskini göze alıyorum. Bütün bunlar,  
içimdekini daha iyi dışa çıkarmam için. Giderek daha çok tanınmak istiyorsak, daha çok kişisellikten  
korkmamamız gerekir." An ve Bellek dizisinde aynı sahneyi çok renkli ve tek renkli olarak iki ayrı tuvalde  
karşılaştıran Akbaş: "Belleğin rengi yoktur, der, aynı sahnede hem anı hem de belleği dile getirmek;  
geçmişin, geriye kalan izin sorusunu sormak istedim". Böylece klasik bir canlandırma ile daha modern bir  
sorgulamayı öne sürer: "Sanatın yorucu gerilimlerle, çelişkilerle beslendiğini bilmeme karşın yüreğimin  
derinliklerindeki uyuma ve huzura tapıyorum". Söz konusu diptiklerin kendi yapıları, Akbaş biçeminin  
özünü ve boyama nedenini oluşturan çatışma ve ayrım kavramlarına can vermekte. Nelerdir her zaman  
canlandırdığı sahneler? Aslında birçok erkeğin kadın, annenin çocuk, ressamın modelle yüzyüzelikleri. Ya  
sahnelerin geçtiği uzamlar?
Farklı motif ve renklerle canlandırılmış, birbiri içinde erimeksizin yan yana tutturulmuş duvar kâğıtlarıyla  
kaçınılmaz bir biçimde oluşturulan yanyanalıklar. Her şey bu evrende, karşılaşmadan yan yana durmayı,  
birbiri içine süzülmeksizin içtenliği, kısacası yalnızlığı söyler. Ayna, kamera, kostüm, manken gibi  
aksesuarlar, bu yapıttaki her şey, her zaman yüz yüzelik sorunu; çift, aynı ve öteki, özdeş ve başka olan  
bağlamında birbiriyle ilintilidir.
Tamamlanmamışlar dizisinde ise sanatçı, yolculuğunu tek bir tuval üzerinde sürdürür: "Resmin  
tamamlanmamış, boyanmamış kısmı, onun hazırlanmasını görmemizi sağlar ve bir başka yerde sona eren  
yüzeyle çekişmektedir. Zaten yeşilin yanına kırmızıyı koyduğumda bu gerilimi arıyordum." Resmin,  
derinin eğretilemesi olan boyalı yüzeyi, yer yer tamamlanmamıştır. Böylece tek ve aynı kompozisyonda  
şaşkınlık ustaca yer eder ve izleyici, bu soluklanmada eksik olanı imgeleminde canlandırmaya çağrılır.  
Tamamlanmamış kısım, gözü tutsak edip eksik kalan kısmı bulmaya zorlar. Tıpkı boyama kitabının  
karşısındaki bir çocuk gibi son noktayı izleyici koyacaktır.
"Her şey sürüp gidiyor. Bugünün gerçeği, yarınınki değildir. Dolayısıyla gelişen olaylara kesin bir tanım  
vermenin hiçbir haklılığı yok."
İnsanlık gülmecesinin ressamı Akbaş, insanlık durumunun göreceliğinin de ressamıdır.